Değerli Milletvekilleri,
Saygıdeğer Hanımefendiler, Beyefendiler,
Medyamızın Kıymetli Temsilcileri,
Bu haftaki Meclis Grup Toplantımızın başında hepinizi saygı ve sevgilerimle selamlıyor, başarılarla dolu bir hafta geçirmenizi içtenlikle temenni ediyorum.
Televizyon ve sosyal medya aracılığıyla bizleri izleyen vatandaşlarımıza, gönül ve kültür coğrafyalarımızda hayat ve haysiyet mücadelesi veren kardeşlerimize en derin hürmet ve muhabbetlerimi sunuyorum.
İnsanlık tarihi üzerinde muhtelif yorum ve değerlendirmelerin varlığı hepinizin malumudur.
Kimi düşünürler insanın 100 bin yıllık tarihinden bahsederken, kimileri de bu süreyi 300 bin yıla kadar çıkarmaktadır.
Bu konuda henüz tam bir ittifak sağlanmış değildir.
Her düşünce insanı ideolojik ve fikri aidiyetine göre kanaatlerini paylaşmaktadır.
İnsanlığın tarihi ne olursa olsun üç farklı safhadan geçtiği bilinmektedir.
İnsanlık tarihini 100 bin yıl olarak kabul ettiğimizde, bunun 60 bin yılı vahşilik dönemi, 35 bin yılı barbarlık dönemi, bugüne kadar uzanan 5 bin yılı da uygarlık dönemidir.
En azından bilim insanlarının iddia ve ifadeleri bu yöndedir.
Fakat uygarlıkla özdeşleşmemiş, insani hasletleri özümseyememiş, halen barbar eğilimler taşıyan toplum veya ülkelerin mevcudiyeti bu çağda derin bir hayal kırıklığıdır.
Lafa gelince haktan-hukuktan dem vuran, ama sıra uygulamaya geçince kaçak ve korkak güreşenler insanlığın yüz karalarıdır.
Utanmadan medenilik pozu verirler, muasırız derler, ama gerçekte insani değerlere muarız olduklarını bir türlü gizleyemezler, saklayamazlar.
Nitekim husumetle süslenmiş mızraklarını çuvala sokamazlar.
Batının hal-i pürmelali tam da budur.
Türkiye-Yunanistan sınırında yaşanan ilkel ve iç yaralayıcı olaylar insanım diyen herkesi ürkütmüş, infiale sürükleyerek ürpermesine neden olmuştur.
Ülkemizin farklı illerinden Avrupa’ya gitmek amacıyla yollara düşen sığınmacıların Pazarkule Sınır Kapısı’nın Yunanistan tarafından kapatılmasıyla maruz kaldıkları trajediler tek kelimeyle barbarlıktır.
Yunan güvenlik güçlerinin yapmadığı zulüm kalmamıştır.
Kadın, çocuk, yaşlı demeden önüne gelene saldıranların vicdanları kurumuştur.
Avrupa’ya gitmek isteyen masumları kara ve deniz sınırlarında durdurup şiddet ve nefretle püskürten, olmadı söven, olmadı döven, olmadı öldüren Yunanistan zulmün koçbaşı haline dönüşmüştür.
Sınırı geçip Yunanistan’a intikal eden sığınmacıları önce soyup sonra da eziyet ve işkenceyle geriye çeviren bu ülke insanlık değerlerini alenen çiğnemiştir.
Uluslararası hukuk ihlal edilmekle kalmamış, insan hakları da tozlu raflara kaldırılmıştır.
Başta Afganistan olmak üzere; Suriye, İran, Fas, Cezayir, Tunus, Pakistan ve Kuzey Afrika’dan kopup Avrupa’ya geçmek isteyen, aynı zamanda uluslararası koruma talep eden sığınmacılara acımasız muamele ve müdahaleler Yunan zihniyetinin ipliğini pazara çıkarmıştır.
Sınırda bekleyen savunmasız insanlara biber gazı, sis bombası, tazyikli su, kurşun, kaba güç neyle izah edilecektir?
Yazık değil midir? Ayıp değil midir? Rezalet değil midir? Karşımızdaki şiddetseverlik barbarlık değilse o halde barbarlık nedir?
Ne ibretliktir ki, Avrupa insani felaketlere duyarsız, masumlara kapalıdır.
6 Mart 2020’de Hırvatistan’da yapılan AB Dış İlişkiler Konseyi olağanüstü toplantısında AB Dışişleri Bakanları tarafından kabul edilip yayınlanan sorunlu bildirinin makul ve mantıklı hiçi bir yanı da yoktur.
Dünyada en çok mülteci ve sığınmacıya evsahipliği yapan ülkenin Türkiye olduğu ayan beyan ortadadır.
Bu gerçeğe rağmen, Türkiye’yi göç meselesini siyasi bir amaçla kullanmakla itham etmek asılsız, akılsız ve ahlaksız bir yakıştırmadır.
Avrupa Birliği ülkeleri Türkiye’yi anlamaktan ve kavramaktan tamamıyla uzaktır.
İnsan haklarını yok sayan ve sınırlarına gelen mazlumlara düşmanca saldıran Yunanistan’ın Avrupa Birliği tarafından desteklenip arka çıkılması barbarlığa ortaklıktır.
1951 Cenevre Sözleşmesi ve Avrupa mevzuatı bir kenara itilmiştir.
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi buharlaşmış, Mültecilerin Hukuki Statüsüne İlişkin Sözleşme ile 1967 Protokolü budanmıştır.
Hem Yunanistan hem de diğer Avrupa ülkeleri, uluslararası yükümlülüklerine bağlı kalarak sığınmacıların müracaatlarını almak mecburiyetindedir.
Bunun başkaca yol ve çaresi yoktur.
Yunanistan’ın sığınmacı başvurularını askıya almasının hukuken hiçbir dayanağı olamayacaktır.
Kaldı ki, Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Yüksek Komiserliği Yunanistan’ın bu tavır ve tutumunun uluslararası hukukta yeri olmadığını açıklamıştır.
Yunanistan’ın sığınmacılara karadan ve denizden ateş açması, botlarını batırması ve maalesef ölümlere neden olması haydutluk, hayasızlık, hukuksuzluktur.
Uluslararası hukuk ile mültecilere dair uluslararası sözleşmeler, kendilerini güvende hissetmeyen, savaş ve benzeri korkular yüzünden ülkelerini terk eden her insana başka bir ülkeye sığınma hakkı vermektedir.
İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin 14. Maddesinde, “Herkes zulüm karşısında başka ülkelerde sığınma talebince bulunma ve sığınma hakkından istifade hakkına sahiptir.” hükmü yazılıdır.
On yıllardır insanlık nutukları atan, sürekli hamaset yığınağı yapan hiçbir ülkenin ahlaki ve insani inandırıcılığı geldiğimiz bu aşamada kalmamıştır.
Hani insan hakları?
Hani insan onuruna hürmet?
Hani zulme karşı mazlumlara himmet?
AB ülkeleri vahim bir tenakuz çukurundadır.
Sınırda, şu kış günlerinde, küçücük bedenleri soğuktan titreyen yavrular, çaresiz analar, perişan babalar ben insanım diyen herkesi yaralamaktadır.
Parklarda bahçelerde oynaması gereken çocuklar yağmurda çamurda, soğukta feryat etmektedir.
Üstte yok başta yoktur.
Cep delik cepken deliktir.
Sabilerin hıçkırıkları, emzikli bebeklerin acıklı halleri vicdansızların, merhametsizlerin, insan sevgisinden bihaber meymenetsizlerin yüzlerine tokat gibi inmiş, Avrupa’nın her köşesinde de yankılanmıştır.
İnsani yıkımların kederi yüreğimizin tam orta yerine çökmüştür.
Milliyetçi Hareket Partisi olarak bu ağır tabloya sessiz kalamazdık.
Bebeklerin, çocukların hazin ve hüzünlü durumlarını atıl ve hareketsiz şekilde seyredemezdik.
Bir şeyler yapmalıydık, karınca kararınca yardım elimizi uzatmalıydık.
Gönül ve vicdan seferberliğiyle yaralara merhem olmalıydık.
Çünkü biz, komşusu açken tok yatan bizden değildir, manevi buyruğuna bütün hücrelerimizle inanan Milliyetçi-Ülkücü Hareketiz.
Geçen hafta, Edirne’de 0-10 yaş grubunu hedefleyen “Göçmen Kreşi” kurmak ve mazlumları kuşatmak için samimiyet ve safiyetle devreye girdik.
Solgun bakışlarıyla, sararmış yüzleriyle, üşüyen bedenleriyle sınırda tutacak el bekleyen, yedirip içirip giydirecek müşfik bir irade gözleyen çocukların temel ihtiyaçlarını temin ederek tırlarla Edirne’ye gönderdik.
Türk milletinin gıpta edilecek vasfını, imrenilecek vakarını gösterdik.
Aynı zamanda Türk milletinin şefkat ve merhametiyle yavrulara dokunduk, onları nakış nakış vicdanlarımıza dokuduk.
Her çocuk bir dünyadır.
Her bebek bir melektir. Kokuları da cennet kokusudur.
Bebeğin kökeni, mezhebi, ırkı, milliyeti bahis konusu dahi edilemez.
Bebeklere acımayan, çocuklara aldırmayan, düşkün ve muhtaçları dikkate almayan bir medeniyetin temelleri çürük, tedrisatı bozuk, tebessümü sahte, tezahürü karanlıktır.
İşte Yunanistan’ın içinde bulunduğu Avrupa Birliği’nin özeti budur.
İnanıyorum ki, zalimin zulmü bir gün mutlaka kendisine dönecektir.
Ve yine inanıyorum ki, zalimin düşmanı Allah’tır.
Edirne’de kurduğumuz Göçmen Kreşi’ne emeği geçen, destek olan, yardımların ihtiyaç sahiplerine ulaştırılmasında aktif ve öncü rol oynayan her dava arkadaşıma huzurlarınızda gönülden teşekkür ediyorum.
Merhum şairimiz Mehmet Emin Yurdakul, “Bırak Ben Haykırayım” isimli şiirinde hissiyatımıza aynen tercüman olmuştu.
Demişti ki:
Ben en hakir bir insanı kardeş sayan bir ruhum,
Bende esir yaratmayan bir Tanrı’ya iman var,
Paçavralar altındaki yoksul beni yaralar.
Mazlumların intikamı olmak için doğmuşum.
Volkan söner, lâkin benim alevlerim eksilmez,
Bora geçer, lâkin benim köpüklerim kesilmez.
Diyorum ki, çocuklar örselenmesin, bebekler ölmesin.
Milliyetçi Hareket Partisi varsa umut vardır.
Milliyetçi Hareket Partisi varsa çare vardır.
Milliyetçi Hareket Partisi varsa çözüm vardır.
Milliyetçi Hareket Partisi varsa dara düşen, yolda kalan, aç ve açıkta bulunan herkesi kucaklayacak yüksek bir fazilet vardır, kutlu bir dirayet görmesini bilenler için hemen yanlarındadır.
Değerli Milletvekilleri,
Göç olgusu insanlık tarihi kadar eskidir.
Pek çok insan terörden, savaştan, işkence ve ölüm tehlikelerinden kurtulabilmek uğruna mesela plastik şişme botlarla açık denizleri geçmeyi dahi göze almıştır.
1960’da 76 milyon olan uluslararası göçmen sayısı, 1980’de 100 milyona, 1990’da 154 milyona, 2015 yılında 244 milyona ulaşmıştır.
Uluslararası Göç Örgütü’nün 2020 Dünya Göç Raporu’na göre halen 272 milyon insan göç yolundadır.
2050 yılı için yapılan göç tahminleri sayının 230 milyona ulaşacağı yönünde olmasına rağmen, son verilerle birlikte tahmin 30 yıl önceden aşılmıştır.
Tarih boyunca göç güzergâhları tehdit ve felaketlerle çevrelenmiştir.
Kaynak ülkeden hedef ülkeye doğru yapılan göçler sosyal ve siyasal gerçekleri de müessir ölçülerde etkilemiş, hatta dönüştürmüştür.
Göçler sonucunda bir yanda yeni devletler kurulurken, diğer yanda imparatorluklar yıkılmıştır.
Tarihin bilinen ilk şehir surları olan Batı Şeria ve Uruk duvarlarıyla başlayıp nesiller boyunca devam eden sınır ve şehirlere duvar inşası beklenen sonuçları vermemiştir.
Roma İmparatorluğu’nun yıkılışı kontrolsüz ve düzensiz göçün sonucudur.
Bugünkü çağda sorunlar artarak, yaygınlaşarak devam etmektedir.
Binlerce insan Akdeniz’i geçip Avrupa topraklarına sığınabilmek amacıyla maalesef hayatlarını kaybetmişlerdir.
2016’da 6 bin kişi denizlerde boğulmuş ve balıklara yem olmuştur.
Hatırlarsanız, 2 Eylül 2015’de, Bodrum’dan Kos’a geçmek isteyen sığınmacıların fiber tekneleri batınca 11 kişi ölmüştü.
Ne acıdır ki, 3 yaşındaki Aylan bebeğin cansız bedeni kıyıya vurmuştu.
Bebeklerin denizlerde can verip sahillere sürüklendiği bir dünyanın iyiliğinden, gelişmişliğinden, medeniliğinden bahsedecek kim varsa şart olsun alnını karışlarız.
Açlık, kıtlık, yoksulluk ve güvenlik tehditleri milyonlarca insanın yerini yurdunu bırakıp başka bir yere gitme arayışının temel motivasyonudur.
Bilhassa, Arap Baharı isimli dehşet döngüsünün son durağı olan Suriye’de milyonlarca insan hayati risk ve tehlikelerinden dolayı yurtlarından kopmuş, yollara dökülmüştür.
Aylan bebeğin hiçbir suçu günahı yoktu.
Ne silahı, ne bombayı, ne de güç ve hakimiyet mücadelelerini biliyordu.
Eline aldığı kurumuş ekmekle öğün geçiriyor, ailesiyle birlikte umuda yelken açıyordu.
Aylan bebekten bütün ülkeler, bütün küresel kuruluşlar yüzleri varsa kızarmalı, gözleri varsa yaşarmalı, vicdanları varsa da sızlamalıdır.
Allah bu hesabı bir gün mutlaka soracaktır.
Mazlumların ahı vakti saati geldiğinde zalimleri perişan edecek, inim inim inletecektir.
Bizim niyazımız, bizim duamız, dünya gözüyle dileğimiz kesinlikle budur.
Değerli Milletvekilleri,
Türk milleti mazlumlara her fırsatta kucak açmış, sofrasına buyur etmiştir.
Batılı ülkeler ise kulak tıkamış, burun kıvırmıştır.
Suriye kaosunun sosyal ve ekonomik faturasını ödeyen devlet bellidir.
Ülkelerindeki çatışmalardan kaçan Suriyeliler 29 Nisan 2011 tarihinden itibaren kitlesel olarak ülkemize gelmeye başlamışlardır.
2011 yılının Mayıs ayında sığınmacı kampları açılmıştır.
Türkiye’de 28 Şubat 2020 tarihinde sınır kapılarının açılmasından önce yaklaşık 5 milyon yabancı bulunuyordu.
Ülkemizde geçici koruma altındaki Suriyeli sayısı kamp içinde yaklaşık 60 bin, kamp dışında da 3 milyon 600 bin düzeyindedir.
Bir milyona yakın Suriyeli’nin geçici ikamet izni vardır.
2014 yılında ortalama 50 bin seviyesinde olan düzensiz göçmen sayısı son beş yıl içinde sıçrama yaşamıştır.
Sadece 2019 yılında yakalanan düzensiz göçmen sayısı 373 bin 468’dir.
Bunların yarısından fazlası ülkelerine iade edilmiştir.
27 Şubat 2020’de İdlib’de yapılan kanlı saldırıda 34 şehit vermemiz üzerine isabetli şekilde sınır kapıları açılmış, ilk etapta 47 bin 113 sığınmacı Türkiye’den ayrılmıştır.
Dün itibariyle Meriç Nehri’ni geçen sığınmacı sayısı 142 bin, Ege Denizi’ni geçen sığınmacı sayısı da yaklaşık bin kişidir.
Sayıları 8 bine yaklaşan sığınmacı halen sınırda insanlık dışı önlemlerle, tel örgülerin ve kalın duvarların ardında bekletilmektedir.
Türkiye taahhütlerine her zaman sadık kalmış, sözünü tutmuştur.
Sözünü tutmayanların kimler olduğu çok açıktır.
Türkiye’nin AB ile yaptığı 18 Mart 2016 tarihli anlaşmasına uymayan, mükellefiyetlerini yerine getirmeyen bilinmektedir.
Şunu bir defa açık yüreklilikle ifade etmek isterim ki, Türkiye sığınmacı deposu, mülteci toplama kampı, göçmen barınma alanı değildir.
Ege’de göçmen ölümlerinin önlenmesi, insan kaçakçılığı zincirinin kırılması ve yasadışı göçün yasal göçle ikame edilmesi amaçlansa da, sonuç alınamamıştır.
Avrupa Birliği sürekli olarak bozgunculuk yapmıştır.
18 Mart mutabakatının önemli bir unsuru olan “1’e 1” formülü uyarınca, Yunan adalarından 4 Nisan 2016 tarihi itibariyle alınacak her bir Suriyeli için ülkemizde geçici koruma altındaki bir Suriyeli’nin AB ülkelerine yerleştirilmeleri sağlanacaktı.
Böylelikle Türkiye’de mülteci yığılması en aza indirilecekti.
Ne var ki uygulamada pek çok pürüz çıkmış, külfet tamamen Türkiye’nin sırtına yüklenmiştir.
Buna da hiç kimsenin, hiçbir ülkenin hakkı yoktur.
Biz gerekirse ekmeğimizi bölüşür yeriz, fakat aklımızla oynanmasına izin vermeyiz.
18 Mart mutabakatı kapsamında vatandaşlarımıza vize serbestisi 2018 yılı içinde sağlanacaktı.
En geç 2017 yılı başında Gümrük Birliği Anlaşması’nın güncellenmesi hususunda resmi müzakereler başlayacaktı.
Suriyeli sığınmacılara 6 milyar Avroluk mali destek vaat edilmişti.
Bunların hiçbirisi gerçekleşmemiş, Türkiye’nin sabrı yanlış yorumlanmış, Avrupa Birliği bir kez daha aldatmıştır.
Artık gerçeklerin inkarına imkan yoktur.
Her şey meydandadır.
Türkiye açık kapı politikasıyla gereğini yapmış, laftan sözden anlamayan Avrupa ülkelerinin paçası tutuşmuştur.
Türkiye’nin mevcut şartlar altında yeni sığınmacı akınını göğüslemesi mümkün değildir.
Şu anda İdlib’deki saldırılardan kaçan 1,5 milyon insan sınırlarımızdadır.
Ve insani kriz devasa boyutlardadır.
Onlara huzurlu bir gelecek hazırlama konusunda her ülkenin eşit ve adil sorumluluğu vardır ve olmalıdır.
Hatta 5 Mart Moskova Zirvesi’yle ülkemizde ve sınırlarımızda birikmiş Suriyeli sığınmacıların gönüllü ve güvenli şekilde asıl ikamet yerlerine geri dönüşlerinin yolu da açılmıştır.
Milliyetçi Hareket Partisi göç meselesini bütün yönleriyle analiz etmekte, üstünde kafa yormaktadır.
Bu kapsamda partimiz AR-GE bünyesinde aralarında çok değerli bilim insanlarının ve uzmanların bulunduğu “Sınır Aşan Göçler Komisyonu” kurulmuş, nihayetinde 4,5 ayda emek emek hazırlanan teferruatlı çalışma kitaplaştırılarak kamuoyuyla paylaşılmıştır.
Bizim her soruna yönelik söyleyecek sözümüz, paylaşacak görüşümüz vardır.
Milliyetçi Hareket Partisi’nin göç ve sığınmacı politikasının insani boyutu olduğu kadar tarihi, kültürel, demografik ve stratejik boyutları da bulunmaktadır.
Türkiye yolgeçen hanı değildir.
Bizim gidecek başka bir ülkemiz, başka bir yurdumuz, başımızı sokacağımız başka bir yuvamız yoktur.
Ülkemize sığınmak isteyen mazlumları sahipsiz bırakmayız, ama Türk milletinin ve Türkiye’nin de geleceğini yabana atmayız, atamayız, atmayacağız.
Anadolu’ya göç ve fetih güzergâhını takip ederek geldik, fakat hiçbir şart altında da geri gitmeyeceğiz, gidersek bile sadece Turan ülküsü için gideceğiz.
Bu topraklarda erimemizi, zaman içinde tasfiye olmamızı planlayanların hesaplarını da hep birlikte muhataplarının başlarına geçireceğiz.
Gelecek nesillere, henüz yeni doğmuş Türk çocuklarına tertemiz bir vatan bırakacağız, huzur ve refah bırakacağız, güvenli ve gelişmiş bir ülke bırakacağız, ama asla yük ve kambur bırakmayacağız.
Muhterem Arkadaşlarım,
5 Mart 2020 Perşembe günü Rusya Federasyonu’nun başkenti Moskova’da tarihi nitelikli bir zirve gerçekleşmiştir.
Cumhurbaşkanımız Sayın Erdoğan ile Rusya Federasyonu Devlet Başkanı Putin arasında İdlib gerginliği ve bölgesel konular ele alınmıştır.
Parti olarak zirveyle ilgili kanaatlerimizi 6 Mart 2020 Cuma günü sosyal medya aracılığıyla paylaşmıştık.
6 saati bulan görüşmelerin sonucunda çıkan kararlar bizim açımızdan olumludur.
Türkiye ve Rusya, Suriye’deki ateşkes rejiminin uygulanmasından doğrudan sorumlu olan iki garantör ülkedir.
Bu kapsamda 17 Eylül 2019 Soçi Muhtırası baz ve esas alınarak iki ülke tarafından ek bir protokol düzenlenmiş ve imzalanmıştır.
İdlib Gerginliği Azaltma Bölgesi’ndeki temas hattı boyunca tüm askeri faaliyetler 6 Mart 2020 gece yarısından itibaren durdurulmuştur.
Şu ana kadar da resmen ateşkes ihlaline neden olacak bir provokasyon vuku bulmamıştır.
İki ülke ateşkes üzerinde mutabık kalmış, Şam yönetimi de bundan şimdilik memnuniyet duymuştur.
Bölgesel huzur ve güvenlik için önemli bir adım atılmış, bir engel aşılmış, bir pürüz kaldırılmıştır.
M4 karayolunun kuzeyinde 6 km, güneyinde 6 km derinlikte bir güvenli koridor tesis edilecek, 15 Mart’la beraber M4 karayolunun belirlenen alanlarında Türk-Rus ortak devriyeleri başlayacaktır.
Moskova Zirvesi’nin Türkiye açısından mühim sonuçları olacaktır.
Bir defa, ülke sınırları terör ve rejim saldırılarına karşı daha güvenli hale gelecek,
İdlib bölgesinde istikrar ve normalleşmenin kapısı aralanacak,
Kahramanlarımızın güvenliği sağlanacak,
Sivil ve masum insanların korunması teminat altına alınacaktır.
Elbette İdlib’de verdiğimiz şehitlerimizi unutmamız mümkün değildir.
Karanlık ve kalleş emel sahiplerini gözardı etmemiz, gözden uzak tutmamız, hesap dışı bırakmamız asla ve kat’a düşünülemeyecektir.
Biz herkesin ederini, ciğerini, niyetini, hedefini gayet iyi biliyoruz.
Şehitlerimizin kanlarının yerde kalmayacağından imanımız kadar da eminiz.
Rusya Devlet Başkanı’nın, 27 Şubat’ta Türk askerlerinin yerlerini bilmediklerini söylemesi havanda su dövmek, kuyruklu yalana bir yalan daha eklemektir.
İdlib’de kimin ne yaptığını, hangi saldırı ve tahriklerin içinde ana aktör olduğunu bilmeyen yoktur.
Bundan sonra ateşkese uyulursa ne ala, uyulmazsa kaldığımız yerden tekrar başlar, vatan mücadelesini gittiği yere kadar taşırız.
Karşımıza çıkanları da doğduklarına pişman ederiz.
Türkiye Moskova’da mahcup olmamıştır.
Sahadaki fedakarlıklar akıl ve stratejiyle temellenmiş diplomasiyle eklemlenmiştir.
Burada asıl üzerinde durmamız gereken konu, Esad’ın ve kontrol dışı unsurların ilk fırsatta silaha sarılıp sarılmayacağı muammasıdır.
İdlib’de konuşlanan terör örgütü HTŞ’nin ateşkes kararına uymayacağını açıklaması tarihi bir handikaptır.
Bu süreçte Esad hata yaparsa bunun bedelini misliyle ödemelidir.
Söz konusu hataya ortak olan, ortam açan, çanak tutan hangi ülke olursa olsun gökkubbe başlarına yıkılmalıdır.
Taktik başarılara bel bağlayamayız.
Mevzi kazanımlarla oyalanamayız.
Suriye’ye huzur, istikrar ve barışın hakim olmasını arzularız.
Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin 2254 sayılı kararındaki siyasi süreç işletilerek Suriye iç savaşının olabilecek en kısa sürede nihayete ermesini umut ederiz.
Suriye’nin geleceğine dair 29-30 Haziran 2020’de Brüksel’de düzenlenecek konferansın mahiyet ve muhtevasının ise ne olacağını zaman gösterecektir.
Elbette bu ülkenin geleceğine Suriyeliler karar vermeli, yol ve yöntem de demokrasi olmalıdır.
Bu çerçevede 13 Nisan’da Suriye’de yapılacak seçimlerin kalıcı, kapsayıcı ve kutuplaşmayı bitirecek değişim rüzgarına yol açacağını düşünmek abartılı, aslı astarı olmayan afaki bir beklentidir.
İnsanlık nesnel ve nitelikli huzura muhtaçtır.
6 Mart 2020 tarihinde OPEC toplantısında ortaya çıkan anlaşmazlık, Rusya’nın petrol üretimini kısıtlamaya yanaşmaması, Riyad yönetiminin fiyatları düşürmesi pek çok zincirleme sosyal ve ekonomik riski tetiklemiştir.
Geçtiğimiz Pazar günü döviz kurlarındaki anormal oynamaların, diğer yandan borsaların sallanmasının esasen sebebi burada aranmalıdır.
Koronavirüs ticareti vurmuş, ülkeler arası ilişkileri zedelemiş, sınırların kapatılmasına yol açmıştır.
Tüfek, mikrop ve çelik üçlüsü bir kez daha zalim yüzünü göstermiştir.
Türkiye’nin karmaşıklaşan ve girift bir hal alan bölgesel ve küresel istikrarsızlık sarmalı karşısında milli birlik ve dayanışma ruhunu en üst düzeye çıkarması herkese düşen manevi bir ödevdir.
Kırıp dökmek yerine, tutup kaldırmalıyız.
Bölüp parçalamak yerine, bütünleştirip pekiştirmeliyiz.
Çatışmada hayır olmadığı iyi bilinmelidir.
Kavgadan sonuç alınamayacağı herkesçe görülmelidir.
Bir olursak dağları deviririz, dağılır birbirimize düşersek sam yelinde bile devriliriz.
Fakat CHP yönetimi Nuh diyor da Peygamber demiyor.
Dur bilmiyor, durak bilmiyor.
Ne sözden anlıyor, ne de halden.
Aynı tas, aynı hamam, hep aynı çirkinlik, hep aynı çirkeflik.
CHP, başkasının gözündeki çöpü görüyor, kendi gözündeki merteği göremiyor.
Bu CHP yönetimine diyoruz ki, dağ başına harman yapmayın, savurursunuz yel için, sel önüne değirmen yapmayın öğütürsünüz el için.
Anlayan yok, anlamaya niyeti olan yok.
Atalar boşuna söylememiş: Bana benden olur her ne olursa, başım rahat bulur dilim durursa.
Bunların dili durmadığı sürece başları da rahat bulmayacaktır.
Aziz Atatürk’ün mirasını hiç eden, Türkiye’nin karşısına geçen CHP yönetimi iflasını yakında açıklayacaktır.
CHP’nin kapısına patron çıldırdı, ne alırsan bir dolar tabelası asılırsa hiç kimse şaşırmamalıdır.
Sade pirinç zerde olmazmış, bal gerekirmiş kazana; baba malı tez tükenirmiş evlat gerekirmiş kazana.
Sayın Cumhurbaşkanımızın Rusya ziyaretini sabote etmek, karalamamak, üzerinde kuşku uyandırmak için Esad ve Putin ile aynı safa giren CHP yönetimi körle yatmış, şaşı kalkmış, bilye dağıtmıştır.
Karga kekliği taklit edeyim derken nasıl ki kendi yürüyüşünü şaşırmışsa, CHP’de Esad’ın izinden yürüyeyim derken baltayı kafasına vurmuştur.
Şaşkın ördek nasıl tersten dalıyorsa, bunlar da tersinden konuşmaktadır.
Önce ne işimiz var İdlib’de, niye gidiyorsun Putin’in ayağına diye sordular.
Hatta Kılıçdaroğlu, geçen haftaki grup toplantısında edepsiz benzetmelere heves ve tevessül etti.
Dikişi patlamış yama gibi oldular, Esad’ın Türk askerlerini koruduğunu açıkladılar.
Sonra Moskova’da Türk heyetinin ayakta bekletilmesini eleştirip heyetlerin arkasındaki heykellerden mucizevi anlamlar çıkardılar.
Aslında Türkiye zora girdikçe sevinçten duramıyorlar, gülmelerini de saklayamıyorlar.
CHP’liler hezeyanlarını gelsinler bir zahmet külahımıza anlatsınlar.
Bu arada dün medyaya düşen bir videonun da peşine düştüler.
İddia odur ki, Rus devlet televizyonu, Cumhurbaşkanı’yla birlikte heyetinin Putin’in kapısında bekleme anlarını kronometreyle kayda alıp yayınlamış, bu da gündem olmuştur.
Zirve toplantılarında benzeri tablolara veya protokol kazalarına istem ve irade dışı elbette tesadüf edilebilecektir.
Eğer Rusya yönetimi bunu kasıtlı bir şekilde kayda aldırıp sonra da servis ettirmişse bunun tanımı şüphesiz küstahlıktır, terbiyesizliktir, saygısızlıktır.
Bir alçaklık varsa derhal hem tavzih hem de telafi edilmelidir.
Ümit ederiz ki, malum video maksatlı şekilde hazırlanmış olmasın.
Türkiye Cumhurbaşkanı’na hakaret hepimize hakarettir.
Muhasım zihniyetler aklını başına alsın; bizim kültürümüzde ata arpa, yiğide pilav, vatana da can verilir.
Bizim için vatan ne Türkiye’dir Türklere, ne Türkistan; vatan, büyük ve müebbet bir ülkedir: Turan
Ayranımızı kabartmasınlar, ayılara güvenmesinler.
Biz denize düşmedik ki yılana sarılalım.
Öfkeyle konuşmuyoruz, yalnızca duruşumuzu gösteriyoruz.
Aklın öfkeyle etkisiz olacağının farkındayız.
Keskin sirkenin küpüne zarar vereceğini de biliyoruz.
Bekanın akıl ve inançla korunacağını tarihe bakarak söylüyoruz.
Türkiye’de hala Esad’a övgüler yağdıran işbirlikçilerin varlığı bir başka kepazelik ve hıyanettir.
Sözde bir akademisyen televizyon ekranlarında, Suriye Arap Ordusunu takdir ettiğini söylemiştir.
CHP’nin ruhuna sinen Esad hayranlığı metastaz yapmış, habis ur gibi bünyeyi sarmıştır.
Türkiye’de yaşayıp da Esad’ın çetesini övenler Mehmetlerimize, aziz Türk milletine en yakın düşman olan kokuşmuşlardır.
Bu ülkenin suyu da, ekmeği de, havası da hain ve işbirlikçilere sonuna kadar haramdır, zıkkımdır, zehirdir, burunlarından fitil fitil gelecektir.
Değerli Milletvekilleri,
12 Mart 1921’de, Büyük Millet Meclisi’nin birinci dönem muhterem vekilleri tarafından İstiklal Marşımızın kabulünün 99. yıldönümünü iki gün sonra idrak edeceğiz. O müstesna günü bugünden iftiharla anıyorum.
Maarif vekili Hamdullah Suphi Bey’in yüksek hitabıyla ve Meclis üyelerinin ayakta alkışlarıyla kabul edilen İstiklal Marşımız, Türk kahramanlığının mısralara işlenmiş bir diriliş abidesi, muhteşem bir mücadelenin edebi vesikasıdır.
Henüz Milli Mücadele’nin devam ettiği bir tarihte kaleme alınan ve Türk varlığı yaşadıkça yaşayacak olan bu kutlu eser, milletimizin tüm dünyaya ilan ettiği bağımsızlığının manzum bir beyannamesidir.
İstiklal Marşımız; önce kurtuluş dönemi ve sonra Cumhuriyetle birlikte Türkiye’nin yükselme ruhunu temsil etmiştir.
“Korkma” diye başlayan dizeler, bugün de en çok ihtiyaç duyduğumuz manevi heyecanın başlangıcı olmalıdır.
Bu vesile ile tarihin her döneminde olduğu gibi, bugün de “Yurduna alçakları uğratmamak uğruna göğüslerini siper eden” bütün aziz şehitlerimize, kahramanlarımıza, İlk Meclis’in muhterem üyelerine ve bir fazilet timsali olan muhterem vatan şairimiz Akif’e en derin şükran hislerimle Cenab-ı Allahtan rahmet diliyorum.
Konuşmama son verirken hepinizi saygılarımla selamlıyor, sağlıklı, huzurlu ve mutlu günler diliyorum.
Sağ olun, var olun, Cenab-ı Allah’a emanet olun.